20 Kasım 2010 Cumartesi

Tacir

yelkenlere asıldım derken
kaydı ayağım yuvarlandım
ana rahminin güvertesinden
acil çıkış aldım bir güzel
vurdular bana
ağladım da ağladım

hayaller kurdum küçükten
bir tren makinistiydim bazen
saçma halı desenleri arasında
en hırslı seferini yapardım
kökledim kömürü fazla fazla
yaktım saçma desenli halıyı
vurdular bana
ağladım da ağladım

hayal kurmaya devam ettim
bir pezevenk oldum hayal dünyamda
kabarık kürkler giydim
pazarladım ümitleri
talep eden ümitsiz vakalara
işkence ettim tüm duygulara
vurdular bana
ağladım da ağladım

vurdum şarabın dibine
dudaklarım mosmor oldu
kalbimi dişlerimin arasında çiğnermişçesine
kanadı da kanadı
mosmordu ellerim son gördüğümde
duvarları dövmekten hayallere
osmanlı tokatını çakmaktan
ben vurdum o geri geldi
bu kez ağlamadım
tıkanıp kaldım kendi
alaturka toaletimde.

14 Kasım 2010 Pazar

Tütün

Bazen bakarsın etrafına
Uzanırsın paketine
Bir tane sigara almak için
Boştur ya içi
Genelde hep boş olur
Çok içmişsindir
Biri sönmeden birini yak
Neden diye sormadan
Karanlıkta bir aydınlığın olsun
İzmaritlerin dibini kazı
Bağla eski mektuplara kalan tütünü.
Eski sevişmelerini andırsın
Özletsin kendini.

Sök ciğerlerini al eline
Koy önüne bak biraz
Elini sok derinine
Hatıraları sök çıkar içerisinden
Kokusunu hatırlamak için
Aran dur.
Bulamasan bile
Hayal etsen yeter.

Ara eski günlerini.
Uzat elini.
Bir sigara al paketinden
Olmasa bile içinde.
Gözlerin dolsa bile.
Görüşü kaybetme,
Hayal ederken lazım olur.
Paylaş o sigarayı
Anılarınla.
Hiç olmasa bile.

7 Ekim 2010 Perşembe

Son 5 Dakika

Sahip olduğun her şey ile son bir 5 dakikan olsaydı, ne yapardın? Aslında hiçbir şey yapamazdın. 5 dakika hiç bir zaman yetmez. Son bir defa ona bakmak, gözlerinin içine dalmak, orda kaybolmak, bir daha kendini bulamamak... Hiçbiri işe yaramaz. Zamanı durdurabilseydik keşke. Bir an, gözlerdeki o parlaklığı yakaladığımız bir anda durdurabilseydik zamanı. Belki iş değişirdi o zaman. Bütün duyguları sindire sindire yaşardık.

-Merak : Acaba gitmez mi?
-Heyecan : Ya gitmezse?
-Umut : Gitmeyecektir.
-İnanç : Gitmez.
-sevgi : Gitmemeli.
-çaresizlik : Ne olur gitmesin.
-hüzün : Gitmeseydi keşke.
-acı : ...

Sahip olduğun her şey ile son bir 5 dakikan olsaydı, ne yapardın?
Yanlış anlaşılıp her şeyi kaybetmekten daha kötü bir duygu var mı?
Bu kadar gerçek bir tecrübe var mı daha başka?
Peki ya ruhun en derinine saklayabildiğin başka birşey?
Hayaller ne olacaktır? Yaşam nasıl olacaktır?

Sahip olduğun son 5 dakikadan sonra nasıl ölmeyi tercih edersin?
Uçmayı tecrübe etmek, güzel bir seçenek olacaktır.
O çarpma anında, yine o zaman dursa, yine o gözlerindeki parıltıyı görsem.

Son 5 dakika...
Çabucak akıp gidiyor.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yaşam dediğin şeye bir şekilde bağlanmazsan sürükleniyorsun. Bir şekilde bağlantını koparırsan da en azından yaşamak istemiyorsun. Sürüklenmek bir yerde can sıkıyor. Adamı boğuyor. Boğmakla öldürmüyor, sadece can çekiştiriyor.

5 Ekim 2010 Salı

Leyla

Yahu bir rakı olsam senle
Leylam..
Tek buzun olsam içindeki,
yavaş yavaş da dağılsam şöyle..
Desen ki:
"Nevzatım dağılma,
Kırılırım sana yoksa"
Ben de üzülüp dağılsam ağırlığında
Leylam.

Nevzat desen,
Rakı olmayalım, başka dönsün dünyamız,
Meze olalım derim sana,
Leylam.
Yine çeşitli kafalarda olalım derim,
Hüzün yapalım, hüsran olalım...
Gerekirse neşe de oluruz be,
Ama yeter ki bir olalım.
Ben razıyım haydari olmaya,
yani haydarinin nanesi diyelim..
Zira senin gibi yoğurt bulamam buralarda,
Leylam.

Deklanşör de olayım senin için,
Sen de benim karanlık odam ol,
Leylam.
Yakalayalım tüm pozları seninle,
iç edelim yaramaz çocuklar gibi,
hile yapalım hır çıkaralım.
Ama yine de ben deklanşör olayım,
Sen de benim karanlık odam ol,
Leylam,
Ben söyleyeyim sen de açıl,
yakala tüm anını o hayatın.

Nevzat de bana,
Haykır yol ortasında,
Leylam...
Ben de senin, kavruk delikanlın olayım.
Dalayım her kavganın ortasına...
Kan gövdemi götürsün,
Sen de beni götür,
Artık kendi stilinde yaparsın bunu,
Tabağın kenarını ekmekle sıyırır gibi de olur,
camdaki parmak izini hohlayarak silmek gibi de...
yeter ki olsun,
Leylam..
Olsun da bitsin artık...
Bitmezse olmaz,
Olmazsa olmaz...

Leylam.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Noktalama İsrafı...

Bir adam düşün... Rutin bir hayatı olan. Herşeyden sıkılmış...
Normal bir iş, bir kadın.. Birkaç çocuk..

Herşey sıradanmış..

Rutinlikte kaybolan bu adam, kendini zamanla unutmuş.. Robotlaşmış bir yerde..yeni çağın getirdiği robotlaşma (teknoloji çağı(!)) ve yanında getirdiği bu robotlaşmadan nefret etme furyasına da kapılmış.

Boş hayallere düşmüş, kurtulmak istemiş, herşeyden kaçmak kurtulmak. Ve tabii ki, yapamamış.

Kaderine boyun eğip devam etmiş buna. 40'lı yaşlara kadar bu böyle gitmiş, çocuklar büyümüş vs...
Bir gün eve geldiğinde kapı açıkmış, bir mektup bulmuş, mektubun üstünde el yazısıyla ismi yazıyormuş.

Mektubu okumaya başlamış...

"Yenilikleri sevdiğini biliyorum. Sana yardım ettim ve seni bağlayan şeylerden kurtulmanı sağladım.. Teşekküre gerek yok :)"

yazıyormuş...

Telefon çalmış, yıllarca çalıştığı şirketten kovulduğunu söylüyorlarmış. Tazminatını alması için muhasebe bölümüne uğraması gerekiyormuş..


Şok olmuş, evin içinde çocuklarını aramış, bulamamış... Yatak odasında bir not daha bulmuş.

"Hayatım biz annemin yanına gidiyoruz, hastaymış gelmemiz söyledi..."

Diye bir not..

Ve yine telefon çalmış...

Korkmuş, ama açmış.. Merak tabi...


-...siz misiniz...
-Evet benim, buyrun...
-..karakolundan arıyoruz... Karınız ve çocuklarınız ne yazık ki bir cinayete kurban gitti.. Gasp için eve giren bir kişi karınızı, çocuklarınızı ve annenizi silah yardımı ile vurmuş..

....

Cevap verememiş, donup kalmış oracıkta. Telefonu kapatmış ve koltuğa oturmuş. Düşünceler uçuşmuş ve uçuşmuş beyninde. Kin, nefret, şaşkınlık, üzüntü ve belki de sevinç.

Karmakarışık olduğundan, ne hissettiğini bilememiş. Mektup takılmış aklına...Bakmış bir ipucu bulabilir mi diye...

Hiçbir ipucu yokmuş... İşyerine gitmiş, tazminat için...

Tazminat için çekini alırken nedenini sormak, bağırmak, çağırmak kendini parçalamak istemiş... ama içinde birşeyler bunu yapmasına engel olmuş. Sadece zarfı almış ve açmadan eve dönmüş..

Zarfı açmış.. İçinde alması gerekenden daha yüksek bir meblağ.. ve yine bir not...

"Bu senin istediklerini gerçekleştiremez... Başlaman için bir ivme sağlayıcısı... Ve tamam, teşekkür edebilirsin artık:)"

Adam durmuş.. Nefret iliklerine kadar işlemişti. Bu notu yazanı bulup, parmaklarını tek tek parçalamak gelmiş içinden. "Yavaş yavaş onu öldürmeliyim" diye düşündü."Onu neşterle kanatmadan çizmeliyim. onu kırbaçlara boğmalıyım. Onu...."

Evden çıktığında köşe başında müzik yapıp para kazanmaya çalışan gençler görmüş. Durup onları dinlemiş... dinlemiş... dinlemiş.. Sanki dipteki bir melodiymiş, kuyunun dibindeki suyun sesi gibi akıcı, düşen her ter damlası suyun temposu...

Müzik hızlandıkça, içindeki öfke kabarmış. Müzik dindikçe kalbi boşalmış.. Farketmiş, dokunmuş gerçeğe... En dipteymiş, fakat özgürmüş artık.. Hayatın manası aslında yokmuş, aslında o ne isterse oymuş..

Ve yağmur başlamış..

Yağmurda kaçışan insanları görmüş, hepsi fare yavruları gibi kaçışıyormuş.. Sağa sola... Sudan korkuyorlarmış.. Islanmaktan, batmaktan, ölmekten, yüksekten, hızdan, yalandan... İnsanlar herşeyden korkuyormuş... İnsanlar hayatla boğuluyormuş, yavaş yavaş..

Anlamış, evet dibe inmeden sıçrayamıyormuş insan. Dibe inip toprağı hissetmek, hayatı hissetmek gerekiyormuş... Boşlukta sürekli düşmek işe yaramıyormuş..

..cebindeki çeki çıkarmış, ona bakmış... Karısına ve çocuklarına teşekkür etmiş.. İşyerine teşekkür etmiş...Ve o'na teşekkür etmiş... Etmek zorundayım demiş içinden...

"Gerçekten daha gerçek bu, güzelden daha da güzel.. Hayatta "gerçek"leri görmek kadar güzel birşey var mı?"

diye not düşmüş çekin arkasına..

Otostop çekmiş ve olduğu yerden uzaklaşmış... Bir yerden sonra yürümeye başlamış.. Yürümüş yürümüş ve kendini ait hissettiği yerde medeniyet denen (aslında lünaparkta herşeyi eciş bücüş gösteren aynalardan başka birşey olmayan...) şeyden uzakta bir kulübe inşaa etmeye kalkmış... Bulduğu tüm taşları üstüste koyarak sadece..

Çok fazla yaşamamış orada ama, huzur dolu bir şekilde bu dünyadaki yolculuğunu sonlandırarak başka diyarlara göç etmiş.. Sadece mutluymuş. Salt mutluluğun verdiği huzur...

Editörün notu : Mutluydu işte sonunda, güzel bi hikayeydi. Ailesi ölmedi ayrıca... Arayan O'ydu. Not doğruydu ama adam sadece inanmak istediklerine inandı... Ailesi eve döndüğünde adamı aradı... fakat adam hiçbir iz bırakmamıştı, otostop çekmişti yürümüştü... İz yoktu.. Çeki bozdurmayı hiç denemedi... Çeki bozdurmayı denese sahte olduğunu görecekti... Muhasebeci ise...

Editörün Notu 2 : İç dünyana önem ver.. Dışın sadece onun bir yansıması..

31 Ağustos 2010 Salı

Tanrılar Kurbanını Arıyor!



Manşetlerini düzeltti. Manşetler ceketten bir parmak kadar dışarda olmalıydı. Bu kişiyi zengin gösterirdi. Aynada kravatına son bir ayar çekti. Gerçekten güzel gözüküyordu. Bugün daha da güzel gözükmek zorundaydı, çünkü hepsinden farklı bir gün olacaktı. Yüzü parlaktı, nemlendirici sürmeyi aksatmazdı. Saçlarına 3 ayrı çeşit bakım uygulardı, canlı ve parlak gözüküyordu, aynı şampuan reklamlarında olduğu gibi. İtalyan kesim güzel siyah bir ceketi vardı üzerinde, beyaz gömleği ile bir uyum içerisindeydi.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca...

Beşiktaştaki evinden çıktı, bir taksiye eliyle işaret etti. Arka kapısını açtı ve yavaşça içeri girdi. Taksiciye sakin bir ses ile Kadıköy dedikten sonra kulaklığını kulağına taktı. Vivaldinin 4 mevsimi yavaş yavaş çalmaya başladı.

Akşam üzeri köprü trafiği olağandı. Adım adım gidiyorlardı. Taksicinin homurdanarak bir sigara yaktığını gördü. Normalde karşı çıkardı, bu sefer çıkmadı. Yasaklar çiğnemek için vardır. Yasakları çiğnedikçe anlam kazanırlar...

Kulaklığında Chopin'in 34. operası çalıyordu... Günün ışıkları deniz üzerinde dans ediyorlardı, dalgalar görsel bir ziyafet yaşatıyordu bünyelere, en klişe söylemle.. Köprünün üzerinden İstanbul'un tüm güzelliği görülebiliyordu. Harekete geçmesi gerektiğini anladı ve kulaklığını çıkartarak şöförden durmasını istedi. Şöför bunun yasak olduğunu söyledi, ama yasaklar çiğnemek için yaratılmıştı. Arabanın trafik nedeni ile yavaşladığı bir anda kapıyı açtı ve usulca araçtan indi.

Gözlerin onun üstünde olduğunu hissedebiliyordu. Siyah takım elbisesi ile günün o tatlı ışıklarında gerçekten güzel gözüküyor olmalıydı. İlk korkulukların üstünden, ondan beklenmeyecek bir çeviklikle atladı. Son korkulukların üstüne çıktı. Önce 1-2 saniye boyunca İstanbul'u izledi. Daha sonra vücudunu yola doğru döndü. Gözlerdeki şaşkınlık ve korkuyu görebiliyordu. Gözlerdeki siyah ve beyazın uyumunu görebiliyordu.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca...

Önce kulaklığını taktı, Norah Jones'dan "At Last" başlıyordu. Kollarını açtı, ona doğru yaklaşıp konuşanları duymuyordu. Kendini geriye doğru bıraktı, yüzünde bir gülümseme ile...

Süzüldü..

Süzüldü..

Süzüldü...

İstanbul'u izliyordu, kulağında "sonunda" sesleri ile...

İstanbul baş aşağı süzülürken de çok güzeldi...

Sonra bir şey oldu.. Yavaşlamaya başladı etrafındaki tüm yaşam. Yavaşladı.. Yavaşladı.. Ve durdu. Havada öylece izliyordu İstanbul'u. Martının yarım kalan çığlığını izledi, donup kalan dalgaları izledi, vapurun bacasına yapışıp kalan dumanı izledi, Beylerbeyi sahilinden denize atlayan çocuğu izledi.

İzledi..

İzledi..

Yaşamın hareketine dair herhangi bir iz yoktu. Neler olduğunu idrak edemiyordu. Hayatının sona ermesi gerekiyordu, fakat, saatlerdir, belki günlerdir, oradaydı. Kıpırdama yoktu hayatta, ya da ölümde. Azrail tatile çıkmıştı, Cebrail işini aksatıyordu, Dünya dönmüyordu.

Sonra bir şey oldu.. Karardı herşey. Hiçbir şey göremiyordu, hissedemiyordu. Ölüm böyle birşey sanırım dedi içinden.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumunun sonu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca, kazanamayacağımız bir savaştı...

Siyahın saltanatına ve beyazın büyük hezimetine hoş geldiniz.

Düşünmek için çok zamanı oldu. Neden ölmek istediğini düşündü biraz, aslında imrenilen bir hayata sahipti. İyi bir iş, kabarık bir cüzdan, güzellik, sağlık, mutluluk -herkeste olduğu gibi aslında hayali- ... Bir sorun vardı ama, onu içten içe yiyip bitiren: Anlamsızlık.

Hayatı idrak edememişti.

Bir ara iş demişti kendi kendine, hedefler hayaller diye sürüp gitmişti bu serüven. Yapabileceğinin en iyisini yapmıştı. Bu defter kapanmıştı.

Bir ara hayatımın insanı demişti, kaptırmıştı kendini bir kadına. Onun için herşeyi yapmıştı, tüm benliğini ortaya koymuştu. Yıllar sonra bu kadın saçma nedenlerle bir anda çekip gitmişti. Ah, kadınları anlamak dünyanın en zor işi diyebilirdi. Bu defter de kapanmıştı.

Bir ara idealler, felsefeler demişti kendi kendine. Okumuş araştırmıştı yıllarca. Bir türlü oturtamamıştı kafasında tüm kuramları. En sonunda Eflatun'un dediği gibi, bizim, sadece mağaranın girişine sırtımız dönük oturmaya mahkum olan ve sadece gerçekte olanların gölgelerini izleyenler olduğumuzun fikrini benimsedi. Gerçekleri görmek için ölmek gerektiğine kanaat kıldı.Bu hayat defteri de böylece kapanmış oldu.

Sonra bir şey oldu.. Işıklar görmeye başladı, hareket ediyorlardı. Benliğinde sesler duymaya başladı.. Ardından bu sesler anlaşılır bir forma döndü. Dinlemeye başladı...

"Merhaba,

Korkmuş, şaşırmış, meraklanmış olduğunu biliyoruz. Yaşam döngünü bitirdiğini sanıyorsun fakat yaşam döngün bitmedi, hayata devam ediyorsun...

Bir deneyin ortasındaydık, kozmik ipçikler ve bir kara deliğin yardımı ile oluşturduğumuz muazzam çekim gücü ile uzay-zaman düzlemini bükmeyi başardık ve arada bir kurt yeniği oluşturarak zamanda yolculuğu gerçekleştirdik. Deneyi yaptığımız anda daha önce ön görmediğimiz bir enerjisel tepki ile karşılaştık. Bedeninde taşıdığın enerji, sizin tabirinizle ruh, aynı anda başka bir boyuta geçmeye çalışıyordu, ve bu iki zıt muazzam enerjinin çakışması evren üzerinde büyük bir yüklenmeye sebep oldu ve evren durdu.

Bu durumu çözmek için yıllarca çalıştık, ve nihayetinde çözümün, yaşadığın son günü sonsuz bir döngü içinde yaşaman olduğunu tespit ettik. Böylece kaybolan enerjiyi dengeleyebileceğiz. Şimdi seni yaşadığın son güne taşıyacağız. Hiçbir şey hatırlamayacaksın. Bu durumda senin adına üzgün olduğumuzu belirtmek isteriz. Evrenin devamlılığı için bu gerekiyor."


Şaşkınlığı son derece kısa sürebildi. Tüm evrenin kurbanı o olmuştu. Belki de hayatının anlamı buydu. İlginç bir şekilde mutlu olduğunu hissetti. Ve bilincini yitirdi...

*****

Manşetlerini düzeltti. Manşetler ceketten bir parmak kadar dışarda olmalıydı. Bu kişiyi zengin gösterirdi. Aynada kravatına son bir ayar çekti. Gerçekten güzel gözüküyordu. Bugün daha da güzel gözükmek zorundaydı, çünkü hepsinden farklı bir gün olacaktı. Yüzü parlaktı, nemlendirici sürmeyi aksatmazdı. Saçlarına 3 ayrı çeşit bakım uygulardı, canlı ve parlak gözüküyordu, aynı şampuan reklamlarında olduğu gibi. İtalyan kesim güzel siyah bir ceketi vardı üzerinde, beyaz gömleği ile bir uyum içerisindeydi.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

sek rakı ile tek buz

gel kardeşim,
Otur şöyle konuşalım biraz.
dertliyiz belli ki,
rakıyı uzat, buzumuzu da koyalım.
tek buz ha, rakıyı şımartmamak lazım.
sek rakıyla tek buzun aşkını izle.
nasıl da sevişiyorlar birbirleriyle,
yavaş yavaş,
tadını çıkarta çıkarta,
birisi yok olacak yakında.
rakı kalacak yalnız başına.
Acele etmeye gerek yok,
Vakit çok...

Bak kardeşim,
sen hiç oturdun mu şöyle,
yalnız başına,
öne eğdin mi başını hiç?
hayatı harcamadık mı birlikte?
bozdur bozdur harca misali,
fazla ciddiye alıp lafı,
tüm anlarımızı bozdurmadık mı?
ha, bir de zamanlar
kafa farkına uğramadı mı?
değerini kaybettiler bozdururken.
harcadığımızı da bilemedik zaten.
öne eğ başını bir düşün,

kendine bak kardeşim.
resimlerine bak zaman zaman,
hissettin mi o resimlerdeki sen,
sen değilsin artık.
yabancılaşmak diyorlar buna hani,
bence kaybetmek o ruhunu,
ölmek o bir anlamda,
rakına bak,
beklettiğinde nasıl beti benzi attı,
içmeni bekliyor ki yalnızlıktan kurtulsun,
değişmiş,
içi geçmiş belli ki...
işte böyle birşey bu,
sen sen değilsin,
rakı rakı değil.

rakıyı tazele kardeşim,
mezelerden de al biraz ağzın tatlansın,
tuzu eksikse yüzündekilerden damlat biraz,
tat kazansın, senden benden biri olsun o
değerini bilelim kardeşim,
sen seni kaybederken,
ben bileyim hala aynısın,
haydarinin içinde.

bak kardeşim,
sana son bir tavsiye,
eğ başını öne,
bak bir resmine,
bir sigara yak,
bir soluk çek ondan,
cılız ciğerinle,
yapabildiğince.
O zaman göreceksin,
ağlamak daha zor,
gözünü kapatmadan.
derin derin bak resmine.
kendinden birşey bulursan da beni ara,
rakına buz bulurum ben yine,
kafanı hiç yorma.

Acelen ne kardeşim,
ölüm kaçmıyor,
yanıbaşında.

Bu yazının başlığı yok

Bu yazının cümleleri de yok aslında.
Bu kadar büyük bir karmaşayı cümlelere dökmek imkansız gibi.
O yüzden kalemim ol isterdim,
Tükenmeyen, bitmeyen
Ellerimden kayıp gitmeyen..
Nasır olsun tuttuğum ellerim,
Orda olduğunu bilmek bile yeter.
Bittiğinde biraz hohlasam sana,
Arkandan üflesem.
Yeter bana.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Aşk

Aşk bir yarıştır.. Koşturup yorgun düşersin. Kendinden vazgeçmen gerekir, ve bunu yaparsın. Eksildiğinin farkına varmadan.

Aşk üstünlüğünü kanıtlama çabasıdır... Sevgili sevgilin üzerinde istem dışı bir baskı kurmak istersin. Sevgili sevgilin bu baskıyı karşılamaya çalışır, oyun sürer gider.

Aşk bir iktidar mücadelesidir...Ama iktidar da kaygan bir olgudur. Dizginleri eline alan, karşısındakini ezer ezer. Küçük zaferlerle başlar, zamanla bu zaferleri büyütür iktidar sahibi. Tüm olanakları kullanır tüketmek için. Tükettiği zaman da komple yok etmek için. Bu büyük bir hazdır. İçgüdüseldir çünkü. Karşındaki kişiye güçlü olduğunu kanıtlamak...

Aşk ise farazi bir olgudur. Uydurmadır. Biz yarattık aşkı. İçgüdüler her zaman baskın gelir. Aşk söner gider.

Aşk fizyolojiktir, hormonlar çalışır, endorfin patlaması yaşanır. İyi hissedersin, bağımlısı olursun o endorfinin. Zamanla bu salgıya vücut duyarsızlaşır, algı tembelleşmesi denir buna. Ve o zaman hep daha fazlasını istersin. Ama hiçbir zaman aynı tadı vermez. Böylece başka yöntemler denersin, herşeyi yıkmak ve yeniden aşık olmak gibi..

Altın vuruş yaptığında ruhundan birşeyler eksilir, kopar gider, yok olur. O zaman da bozulma başlar. İnsanlığı yitirmek için birebirdir aşk.

Aşk, izmaritteki son nefes gibidir. Çekmeye çalışırsın. Fazla çekersen dudakların yanar, az çekersen tadını alamazsın.

13 Ağustos 2010 Cuma

Yine-yeni-yeniden em(p)rati

Sana kalma demeyeceğim,
Ama kalma, git lavinya...
Çok değişti herşey sen yokken burada
Kuşlar homurdanır, köpekler mırıldanır oldu.
İyi de oldu hani,
Kaybolabilir oldum, kendi kabımda...
Gerçi o kabın da her tarafı
yamalı, yamalı...
-Sorun değil, iş görsün yeter.
İşgören yerleri de körelmiş.
Sen gittin diye olmadı bütün bunlar gerçi,
Kasnakta, oya işleyen anamdı,
İğneyi batırdı,
Ağladı gergi...
Sen de kal, bir parçamı da sen parala derdim,
Ama yapamam, yapmam, olmaz...

Sana kalma demeyeceğim,
Ama kalma, git lavinya.
Borçlar boğaza kadar vardı
Hatta çayını içti emirganda,
Yolunu aldı...
Gerçi selam etmeyi unutmamışlar bana,
Teker teker sormuşlar,
"Nerede vaatlerin", diye...
Sakladım onları,
Neresinden tutsam elimde kaldı...
-Sorun değil, iş görsün yeter.
Ha, seni de sordular tabi,
Cevap için afilli bir mektup yazdım
Kenarları yanık, hafif is kokulu...
Labil bir metal parçasına vurdum,
Attım içine kutunun.
Ama, haberin yoktur senin...
Olmaz da zaten, tek günde gider,
tek solukta okunur, tek celsede boşalır...
Boşanır gider, bekleme o yüzden, söylemeyeceğim...
Kalma demeyeceğim sana,
O yüzden, kalma, ne olur git lavinya.

alt-üst

Altmetinlerde saklanırdım hep,
İki üç harfin altında,
O kelime senin, bu kelime benim -vermem-,
Aktarılıp durdu anlamım...
Artık anlamı yok altmetinlerde saklanmanın,
Hatta metin olmanın..

Koşturup durdum o kapı senin,
Bu kapı benim-vermem-...
Ben yoldayken izlerdi,
Meraklı gözler anahtar deliklerinden,
Anlamazdım...
Artık anlamı yok kapı eşiklerinde oturmanın,
Hatta kapıların kollarını kırmanın...

Benlik, bilinç hep birbirine girdi,
Beş en bir ka...
Bir kalabalık koşuşturdu kelime oyunlarında,
Anahtar deliklerinin hepsine anahtar soktular.
Kapılar kilitli, insanlar yok, çok...
Anlamı yok, sadece bildiğimiz kadarı bu koca dünya,
Hatta onu da bilmiyorum, bildiğimi unuttum.
Yeniden başlat...

anal-etik geometri

paralel hayatlar var,
yaşıyoruz hep.
iki ucundundan tutup
-kesiştiremiyoruz.
Uzaktan bakarak selam ediyoruz bazen,
iki el hareketi...
bir göz kırpma...
ve bir kıvılcım,
gözbebeğinin en karanlık yerinde...
Yakıyor bütün doğrularımızı,
Nokta nokta küllerimiz oluyor,
Tüm evrene yayılmış en ufak şeyler,
En azından paralel değiliz artık,
Son noktalarımız çok artık...
Ama hiçbiri 5 para etmez,
Doğru değil hiçbirşey...

6 Ağustos 2010 Cuma

Soğuk

Bugün bir mektup olup gelecektim sana,
Ama kalemimi sessize almışım.
Duyamadım yazdıklarımı,
Titreşimli modellerdendi halbuki...
Titredim ama kendime gelemedim.

İki vurdum düzeldi kalemim,
Sıra güzel bir sayfada,
-Evet kalbim kadar temiz bu sayfaya yazarken ben,
Kağıdı çok hırpalamışım.
İkinci el duygularla yazılmış,
hepsi birbirinden öykünme şeyler.
Devşirmece oynamışım kelimelerle...
Sildim sildim düzeltemedim.

Vazgeçmiştim eski düzen hikayelerden,
Güzel bir dijitalize haykırış olsun istedim,
Ama bilgisayarımın da tuşları bozulmuş...
Yazdım yazdım hep kendini sildi,
Ya da kafası bozulmuş çok da bilemedim...
Bir de kafası atmış vardı, o çok ayrı gerçi.

Bugün bir mektup olup gelecektim sana,
Dudağında bir yudum kahve olacaktım,
bir çekimlik sigara,
tek çekimlik bir poz...
Ama kendimi evde unutmuşum,
kafamı da denize attım taşa bağlayıp...
Kalemimin ucunu yedim.
kağıtla uçak yaptım, uçurdum penceremden.
Bilgisayarımı da kaybettim, sanırım yanımda ama..
Titredim ama hala kendime gelemedim.
soğuk...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Karanlık

Karanlık

Gözünü açtığında uzaklardan bir ışık huzmesi vardı sadece, kendini aydınlatan. Karanlığın soğukluğunda bir sıcak maşa misali acıtıyordu gözlerini. Fakat ondan daha fazla acı veren yaralar vardı vücudunda. Doğrulmak istediğinde sımsıkı şekilde bağlandığını anladı. Zaten tükenmeye yakın olan tâkatını bunda harcamak istemedi. Bir acı saplandı göğsüne. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı.

* * * * * *

Her zamanki sıradan günlerden biriydi Güney için. Yataktan homurdanarak kalktı. Banyoya yöneldi. Yüzünü yıkayıp, dişlerini fırçaladı. Gözlüğünü ve sahte mutluluğunu yüzüne yerleştirdi. Bitmeyen, inatla zamanını yok eden okul yoluna koyuldu. Alışılabilecek bir yol değildi. Küçük hayatında küçük bir ayrıntıydı belki… Fakat, o hayattan nefret etmesi için çok güzel bir nedendi.

Okulda da adaptasyon sorunları vardı. E tabi kolay değildi o kadar yol üstüne bir de dersleri anlaması. Elinden geleni yapmıştı, yapıyordu fakat yine de birkaç dersten kalmayı engelleyemedi. O hayattan nefret emesi için bir güzel neden daha!

Taktığı mutluluk maskesi ona büyük bir sosyal çevre kazandırmıştı. Büyük arkadaş grupları, sağlam(!) dostluklar… Zamanını çok güzel geçiriyordu. Fakat akşam eve gidip mutluluk maskesini kutusuna koyduğunda bütün o neşe, mutluluk yok oluyordu. Hiç yaşanmamış gibi… Oluşan boşluktan hüzün denizine düşüyor, oradan oraya sürükleniyor, her yorulduğunda hayata lanet ediyordu her gece.

Sevgilileri vardı, her zaman olmuştu. Ruhundan fışkıranı kapamak için bir sürü tampon… Rutubet kokulu motel odalarında anı unutmak amacıyla yapılan duygu yoksunu birleşmeler… Duşta fantezi, havada beş takla attıran pozisyonlar… Egoların tavan yapıp, ‘id’lerin sinsice arkadan yönettiği anlar… Bu anlar vardı, her zaman olmuştu. Düş gibiydiler, sonlandılar. Ve Güney her sonda kendi yalnızlığını farkeder farketmez yaşadığı hayata bir küfür yollamayı destur edinmişti.

Oturduğu semte, sıkıcı ve uzun bir yolculuğun ardından ulaştı. Uflaya puflaya yürümeye başladı kartalın dar sokaklarında. Eve girmek vardı aklında sadece. Kulağında müziği, her zamanki adımlarını attı. İşler her zamanki gibi gitmedi…

Acı……
Karanlık……

* * * * * *


Gözünü açtığında bir ışık huzmesi vardı sadece. Kendini bile aydınlatamayan bir huzme. Gözlerini acıttı. Ondan daha büyük sızıları vardı hali hazırda. Kalkmak istedi, kalkamadı. Bağırmak istedi, kurtulmak için haykırmak istedi, sesi çıkmadı. Kapkara siluet ışık huzmesini yok etti…

-Adın ne?
-…
-Adın ne!?
-G…Gü…Güney.
-Merhaba Güney, ben Hakan. Memnun oldum.
-…
-Dur konuşma. Eh, güzel bir tanışma olmadı biliyorum. Ben bir anketörüm. Ailen seni ne kadar seviyor, onu araştıracağı.(kesik bir kahkaha) Kaçırma olayları 2. sınıf filmlerin konusu değilmiş, değil mi? Neyse, sen biraz daha uyu bakalım.

Kafasına ne olduğunu göremediği bir şeyle vurdu Hakan. Güneyin son hissettiği, yüzünden akan kanın sıcaklığıydı…

Karanlık…
Karanlık……
Karanlık………

* * * * * *

Düşünde herhangi sıradan bir günde yaptığı işleri 3. kişi gözüyle izliyordu. Ne kadar boş bir şekilde ayna karşısında bir anda sırıtmaya başlayışını, yollarda uflayıp puflayışını, ders saatlerinde kafasının nerelerde dolandığını, boş bir ilişki çemberinde dönüp dolanıp, ona değer verenleri nasıl çemberin dışında bıraktığını, sadece anlık zevk olarak gördüğü insanların onu nasıl bir tutkuyla, içtenlikle sevdiğini… Gördükçe ruhu acı çekmeye başladı. Sanki fiziksel olarak aldığı hasar ruhundaki çatlaklardan sızıyordu.

Gözünü açtığında hiçbirşey göremiyordu. Düşündeki gibi bir pus vardı. Ağlamak istedi, uzun süredir gerçekten istememişti bu kadar. Vücudu yüz çevirdi Güney’e.Gördüğü düşü düşünmek istedi… Yinelemeyi reddetti zihni. O an idrak etti gerçeği: fiziksel hasar değildi ruhunun çatlaklarından sızan; ruhu vücudunun çatlaklarından dışarı fışkırıp gözünün önüne sermişti hayatını. O hayatı ki elinin tersiyle itip, her gün itinayla küfür ettiği… “keşke” dedi içinden.

Karanlık……………

Yarım yamalak Hakan’ın “Seni pek seven yokmuş” dediğini duydu. Gülmeye tâkatı yoktu. Ama güldü sınırını zorlayıp, “sen öyle sa…”. Duvarlardan yankılanan kurşun sesi Güney’in sözünü tamamlamasına izin vermedi.

Karanlık…

İstanbulu dinlediniz mi hiç?

bir orospunun çığlığını duyun arada..
küçük bir çocuğun tecavüze uğrarken sessizce döktüğü bir damla göz yaşının, yere düştüğünde çıkarttığı sesi...
ya dakendi kusmuğunda boğulanların son nefesinin oluşturduğu baloncuğun sesini...

çorba parası kıvamında ceplere inen paraların şıngırtısını...
kıyıya vuran balıkların son çırpınışlarını...
açlıktan midesi guruldayanların midesine inen bir lokmanın, mide duvarındaki yankısını...
köşe başına oturmuş ağlayan genç kıza laf atanların ağzında biriken tükürüğün,
o dişlerin arasından geçerken çıkardığı parlak sesi...
Duyun.

Dünya daha anlamlı olacak.
göreceksiniz.

Duvar

Merhaba sana koca duvar
Sarılsam sana doya doya,
Ucun bucağın yok tutamıyorum.
Kulakların da yok hem zaten,
beni duymuyorsun...
Ne desem çarpıp dönüyor,
Bağırsam ancak boğazıma,
balgam oluyorsun.

Dilin yok ki konuşasın,
Ben bekliyorum gerçi yine.
Bıkmadan, bıkamadan...
Dudağın da yok zaten.
Soğuksun öpünce...
Belki de bulamıyorumdur dudağını tabi,
Ama bildiğim şey,
Dudaklarımın nasır tuttuğudur.

Gözlerin de yoklar, baktım.
Baktım, ama bulamadım.
Saatlerce diktim gözlerimi sana,
Sayın Sevgili Duvar,
ne kendimi gördüm, ne seni
Bazen bir manzara gibi,
Bazen de hararetli bir porno filmi.
Ne olduysa da,
Vazgeçemedim izlemekten...

Ha, bir de sayın duvar,
Duyguların düşüncelerin var, biliyorum.
Gördüm çünkü,
Tattım onları,
Kokladım ardından,
Dinledim kulağımı dayayıp bir bardağın dibine,
Dokundum parmaklarımla...
Ama, sakladın sen hep
Cevizden sandığında,
onu bunu.
Ben sadece işlemelerine hayran,
O gördüğüm, dilime dayadığım,
O kokladığım, kulağımı dayadığım,
Üstüne parmaklarımla mühür basmaya
-Yeltendiğim en azından-
Sandığına, sandığıma...
Acaba içinde ne vardı?

Son birşey,
Sevgili Sayın Duvar...
Bilirsin maymundan geldiğimden beri,
Ya da topraktan, her ne ise...
Saklandım da saklandım.
Arkana.
Yine arkandayım.
Ama öyle, böyle, şöyle...
Tırnaklarım sırtında.

Bunaltı

Mide bulantısı...
Belkide önemsiz fazladan ateş...
Ya da bir balgam boğazıma takılan...
Bu sen olamazsın.

Karnıma giren ağrı...
Yanağımdaki bir kasıntı...
Fazla gülmekten olsa gerek,
Bu sen olamazsın.

İnsanlığa bir tepki...
Sisteme giden bir küfür...
Hayatın rengine sitem...
Bu sen olamazsın.

Ruhumu tutsak eden zincir...
Aklımı gölgeleyen haplar...
Gönlüme saplanan hançer...
Bu sen olamazsın.

Hepsir bir yansıma, bir hayal
Kocaman acı bir o kadar gerçek
Nedendir ki hayal uzak bu gün gerçek
Zaten hiç yoktun, olamazsın.

1 Ağustos 2010 Pazar

Ben-sen-o ve Biz

Hiç kimse senden değerli değil…

Yaşadığın dünyanın merkezi sensin.

Herşeyi kırıp döküp, sonra yeniden inşaa etmeye hazır tüm benliğimiz. Açıkçası bunu arzuluyoruz. Bunu istiyoruz. Yeniliğe muhtacız. Değişime açız. Güzel ya da çirkin farketmez, yıkmayı istiyoruz.

Sahip olduklarımızla böbürlenmek alışkanlığımız. Onları kullanarak, hayatta bir yer edinme, ya da şöyle diyelim, başrolü elde etmeye ihtiyacımız var. Herşeyi sömürüp, hiçbir şey kalmayana dek tüketmeye muhtacız.

Yaşadığın dünyanın merkezi sensin.

Hiç kimse senden değerli değil..

Kendi sahnemizi oluşturmak için, onu güzel kılabilmek için sanal değerlere muhtacız. Kültürler, ahlak kuralları, yazılı ve yazısız bütün ortak sözleşmeler…

Hayatlarımızı ne kadar bireysel hale getirirsek o kadar iyi diyoruz kendi kendimize. Yeni “trend” bu. Sükse yapan, değerli olan.

Ve hala yakıp yıkmaya mecburuz, onu arzuluyoruz. Herşeyi yıkıp, yeni baştan yaratma arzusu. Tanrıya yakınlaşabildiğimiz nadir anlar…

Bireyselleştikçe kendimizi de yakmaya başlıyoruz bu noktada. Kendimize eziyet etmeye başlıyoruz.

Yaşadığımız dünyanın merkezi sensin.

Dünyayı yıkıp baştan yaratmak tutkun…

Şehr-i Harfiya


Bir şehri terk etmek ne kadar zor
Hele içinde sen varsan...
Bakmam ardıma demek kolay
Yavaş yavaş giderken önümü görmek
İşte o, o kadar kolay olmayan...
Gözlerim geri adım atar, atar
Bir ses duyulur,
Işıklar söner
Ve motor...

Bir şehri terk etmek ne kadar zor
Hele her miliminde senin adımların varsa...
Gitmek her zaman kolay
Tekerlekler meçhule doğru gider.
Kokun hala üzerimdeyken,
Her nefes ızdırabım olur
Yanağımda bıraktığın izin de cabası.
Her aynaya bakışım doldurur gözlerimi...
Bir ses duyulur,
ışıklar hala açık
Ve akar gider tren rayların üzerinde...

Damarlarımda akan kan değil, biliyorum,
Biliyorum, şehrin tozu, dumanı, egzosu insanı...
Balığı, martısı, ışığı, gürültüsü...
Hepsi sen olmuş akıyor,
Özlemin olmuşum ben...
Bu şehri terkederken...

31 Temmuz 2010 Cumartesi

25. Kare

Zaman....
akıp gidiyor...
içinde de ben....

kaybolup yok oluyorum,
hafifliğinde ruhumun,
hissetmiyorum görünmezliğimi
yokluğunda varoluyorum...

1..2...5...10...25...
saniyede 25 adet duygu...
beliriyor hareketlerimle benliğimle.
sonuncusu benim, görünmez olan,
Herkesin bildiği ama göremediği,
Hissedip yaşayamadığı,
Duyup dokunamadığı,
Yirmibeşim ben.
Görünmezim...
İçindeyim...
Sendeyim...

yirmibeşim ben,
Aranızda dolaşıyorum
Dokunuyorum sizlere
Duymuyorsunuz.

Yirmibeşim ben,
Bastığım yeri yokediyorum,
Basacak yer kalmayana dek,
Uçmaya devam ediyorum.

Yirmibeşim ben,
Siz bilmeseniz de ben içinizdeyim
Düzeltmeye çalışıyorum belki
Ama düzgünlük asıl bozan şey sizi, bilemiyorum.

Yirmibeşim ben,
Sadece saçma bir rakam,
Sonsuzlara yelken açtım gidiyorum,
Artıp azalmadığımı bilmiyorum.

yirmibeşim ben......
Yasaklandım, yokum...

30 Temmuz 2010 Cuma

Girdap

Evet, bu deftere yazdığım ilk kelimeler bunlar. Anlamsız olabilir, fakat sanırım bu gece istediğim bu. Yazmak...

Gün ışığı daha caddeleri aydınlatmamışken, tam uykusunun keyfine varacağı anlarda uyanmak zorunda kalıyor ya insan, o ilk bir saat boyunca duyuların iletim yolları beyin yerine refleks merkezi yolunu tutuyor. İfadesiz bakışlar eşliğinde, alışkanlık haline gelmiş eylemler ardı ardına sıralanıyor. Yüz yıkama, çay demleme, diş fırçalama, masa hazırlama. İki şeker çaya, birşeyler ye, üstünü giyinip dışarı çık. Sabah ayazıyla duyuların beyin yoluna dönmesi... Olağan olan bu.

Ya şöyle birşey olursa? Çayı karıştırırken duyuların önemini yitirip, beynin kontrolü ele geçirirse....İşte o zaman en anlamsız soru geliyor akla...


"Ben ne yapıyorum böyle?"
.
.
.
...Ne kadar saçma değil mi?
.
.
.

Hayır, değil. Sadece trajik... Çünkü o anda anlıyorsun şunu: sabah ayazı sadece bir ilüzyon seni aldatan. Kontrol hep reflekslerde. Düşünmeden, rutinlerin hüküm sürdüğü bir gerçeklikte, piyonluk süregiden. Evet, biz ne yapıyoruz? Nedir bütün bu anlamsız çabaların amacı eğer birgün öleceksek. Peki neden, yokolacağımız zamanı biz belirlemiyoruz eğer olacaksa bir gün. Bizi engelleyen şey, bir robotun acil kapama tuşundan farksız olan içgüdüler değil midir? Öyleyse biz kimin için çalışan robotlarız? Hayır, asıl soru, ne için çalışan robotlarız?

Bütün bunları boşverip çayı karıştırmaya devam ettim. Aklımdaki tek soru neden o çayın ortasındaki girdabın beni tetiklediği idi....

Al benekli elbise



Evinde yanlız oturmaktan sıkılmıştı. Televizyonda ona göre birşeyler yoktu. Bilgisayardan da sıkılmıştı. Hep aynı muhabbetler, aynı insanlar, aynı filmler, müzikler, diziler... Komidine doğru yöneldi, çekmeceyi açtı. Bir poşet izmariti ve 3-5 kulak arkası sigarası oradaydı. "Yine bozdum diyeti" diyerek bir tane sigara yaktı. Yanlızlığına geçici bir çözüm olmuştu o tek dal... Öksürse de, tıksırsa da bitirdi onu... Ardından, artık geceye hazırlanma vaktidir diyerek, küf kokan yatak odasına yöneldi. Siyah elbisesini üzerine geçirdi, hafif bir makyaj ve tamam. Aynada gerçekten çok güzel gözüküyordu. Artık çıkabilirdi...

**************************************************************************

Sinirleri tepesinde olduğu bir gündü. Babasıyla kavgaları artık bir rutin halini almıştı. Muhafazakar ailenin asi kızı olmak böyle birşeydi işte... Ya da arada kalmış bir kuşağa ait bir birey olmaktı neden...Aslında hepsi fasafiso. Gerçek tekti, iletişimsizlik. Hiçbir şekilde kendi kararını kendi veremezdi. Arkadaşlarıyla gezemezdi, erkek arkadaşı olamazdı. Babasına göre hep o kitaplardı neden. Asıl nedeni herkes göz ardı ediyordu... Cansu da bir insandı...

**************************************************************************

İlk defa sokaktan bu kadar uzaklaşıyordu. Arkadaşları çok güzel birşey göstereceklerinden söz edip, kolundan tutarak çağlar sokaktaki ıssız eve götürdüler onu. O ev hakkında çok şey duymuştu Cansu. Klasik çocuk korkular işte, yıllardır orada yaşayan, yüzü gözü çürümüş, çocuk yiyen yaratıklar falan... Çok korkmasına rağmen belli etmemeye çalışıyordu. Evin önüne geldiklerinde paslı, devasa kapının demir parmaklarına yapışan arkadaşlarına şöyle bir baktı. Gitmezsem olmaz diye düşündü. Tam kapı açılırken, pencerede birşey görmüş gibi oldu... Sinirleri iyice gerilmişti....

**************************************************************************

Çıkmadan önce bir kahve hazırladı. Mutfağında boş gözlerle duvara bakarken yudumladı kahvesini. Kalkıp bir sigara daha aldı. Şu illeti bırakmalıyım diye içinden geçirdi ve ne kadar amaçsız bir söz olduğunu anlayınca gülmeye başladı. Tebessümü kahkahaya, kahkahası hıçkırıklara dönüştü. Uzun süre çıkamadı mutfaktan. Kendini toparladığında hayli geç olmuştu. Alel acele çıktı cihangirdeki evinden ve barlar sokağına doğru yöneldi. Herzamanki yerde 2-3 kadeh birşeyler içti. Birisi yanına yanaştı, her zamanki gibi basit bir şekilde, basit, bayat düşüncelerle... Her gün aynı replikler diye düşündü. Yine de izin verdi , bıraktı ki oynasın tüm kozlarını. Gece 2 gibi Cansu'nun evine gidiyorlardı.

**************************************************************************

Kafasına koymuştu, o gün evi terkediyordu. Gizli gizli biriktirdiği parası istanbulda bir ev tutmaya yetecek kadar vardı. İstanbuldaki arkadaşı da ona yardım edecekti. Birkaç parça özel eşyası ile üç beş kıyafeti okul çantasına tıkıştırdı. Odasından çıkmak üzereydi ki, bir anda kaskatı kesildi. Arkasına dönüp baktığında, yatağın üzerine oturmuş beyaz giysili kızı gördü. Şaşakalmıştı. Kızın giysisinde al al benekler oluşmaya başladı. Benekler büyüdü.. Çıkaramadığı fakat çok tanıdık gelen bir sahneydi. Benekler büyüdükçe içi sıkıldı, bunaldı, daraldı cansu. Bir an geldi giysi tamamen kıpkırmızı kesildi. O an kız, Cansuya döndü. Bir damla gözyaşını yakaladı kızın yüzünde Cansu. O an gözden kayboldu kız. Kaskatı durumundan çıkar çıkmaz olanı anlamıştı. Eski Cansu ölmüştü...

**************************************************************************

Arkadaşlarına o kadar yalvarmasına rağmen, içeri girmelerine mani olamamıştı. Kesinlikle çok korkuyordu ki bunu bütün vücudu ile destekliyordu. Evin içini keşfe çıktılar. Pencerede gördüğü ya da gördüğünü sandığı şey aklına gelmişti. "Acaba neydi o? Burdan canlı çıkma ümidi varmıydı acaba?" gibi sorularla cebelleşirken arkadaşlarına ayak uydurmaya çalışıyordu. Biryandan da sürekli çıkmaları için ısrar ediyordu. Çocuklar üst katta ne olduğunu merak ederek merdivenleri çıkmaya başladılar. Orada kocaman bir salonla karşılaştılar. Eskimiş parkeler ve mobilyalar, bir şömine, taşları dökülmüş bir avize, örümcek ağları ve bir aile portresi... Portrede dikkat çeken şey ailenin küçük kızı olduğu belli olan kişinin yüzünün yerinde kocaman bir delik olmasıydı. Cansu bir anda kaskatı kesildi. Arkasını döndüğünde yüzü gözükmeyen, beyaz elbiseli bir kız gördü. Kızın saçlarından suratı belli olmuyordu. Belli olan tek şey kızın elbisesinde gittikçe büyüyen, al beneklerdi. Benekler büyüdü, büyüdü..Benekler büyüdükçe Cansu küçüldü, daraldı, sıkıldı, bunaldı. Kızın suratında bir tebessüm yakaladı Cansu, saçların arasından. O an elbise kana doymuş bir kırmızı halini aldı ve bir gürültü koptu. Kız yokolmuştu. Arkasını döndüğünde arkadaşlarının alt katta kanlar içinde yerde yattığını gördü. Büyük avize iki küçük çocuğun üstüne düşmüş ve döşemenin bu etkiye dayanamayıp çökmesiyle alt kata düşen çocuklar oracıkta can vermişlerdi. Cansu ağlayarak, çığlık çığlığa eve koştu. Tek bildiği şey vardı. Mutlu çocukluğunu o evde bırakmıştı...

**************************************************************************

Hızlı ve tatsız bir sevişme seansının ardından yaktığı sigaranın izmaritini, komidinin çekmecesini açarak poşetine koymaya yeltendi. Poşeti eline aldığında ağırlığına takıldı kafası. Sorunları hala vardı, üstüne üstüne geliyorlardı ve bu gerçeklerden kaçmak için yaptığı herşey boşaydı. Bu izmaritler bunun kanıtıydı. Çocukluğunu gömmüştü, hayatını gömmüştü. Aşkını da artık gömdüğünü farketti o izmaritlerle. Kendi için son umudu olan adam, bir hiç uğruna onu terkettiğinde, tek karşı çıktığı şey olan sigaraya başlamıştı Cansu, sırf onu yoketmek için ve artık o da yoktu...

Artık vakti gelmişti... Çocuğu evden kovarcasına çıkarttıktan sonra odasına geçti. Sandığı açtı ve amerikan bezinden bir paket çıkardı. Paketten kendi eliyle diktiği beyaz elbisesini çıkardı ve itina ile üzerine geçirdi. Saçlarını taradı, makyajını yaptı, en sevdiği parfümü sıktı. Aynaya baktı... Gerçekten çok güzeldi. O an bile çok güzel... İzmarit paketini, komidinin üzerinde duran çocukluk resmini ve nüfus cüzdanını aldı. Aynanın karşısına oturdu. Aldığı eşyaları önüne dizdi. Son olarak unuttuğu bıçağı yatağının altından çekip aldı. Aynaya baktı...


"Çocukluğumu gömdüm...
Kimliğimi gömdüm...
Aşkımı gömdüm...
Şimdi sıra bende..."


.........

Gözleri kararırken, aynada, eski bir dostu görmüş gibi mutluydu. Al benekli elbisesiyle gelmişti onu uğurlamaya. Sohbet etmek isterdi ama pek fazla vakti kalmadığını anlamıştı. Hoşgeldin demek istedi fakat sesi çıkmadı Cansu'nun. Aynada, gözyaşı ve tebessümü yakaladığı anda herşey gözden kaybolmuştu....

29 Temmuz 2010 Perşembe

Neyse

Bir titreme vücudumda,
Sessiz gece, boğulur kemiklerin ritminde.
kaybolur, sonsuz rezonans...
ve sensizlik...

Ağır bir yük çöker bedenime,
Kesinlikle bir yabancılaşma benliğime,
üstüste birikir o yapışkan dışkı...
üzerimde, hep üzerimde
ve sensizlik...

titreşimler ve daha çok titreşimler,
algılar ve duygular,
uçarı istekler, ve histeri.
teri, teri, teri vücudumun...
sıcaklık...
ve sensizlik...

o, ruhumu haddeler
ne halde
ne halde ben...
sensiz...


tek bildiğim,
sensizlik...
sessiz bir sitem.
ve ne isem oyum.
sanırım...
neyse...

Merhaba

zor tabi böyle bakmak sana,
gözünün ta içine içine,
sen arada gözlerini kaçır tabi..
Heyecanlı olsun.

zor tabi dokunmak,
sıcak baya zira..
yanyanayken yabancı olmak..
gizemli olsun.

Sır tabi herşey bende,
Sende güle oynaya git tabi,
Arada bana bakarak da gül..
Sevimlilik olsun.

Git tabi işin bitince,
Ben kalırım bıraktığın yerde,
Acılı biraz ama herşey öyle...
Hadi geçmiş olsun.

Enayi

kendi gölgesinin karanlığında
nefes alamayıp boğulan insan
öldürdü kendini yavaş yavaş
saçmalıkların sona erdiği yerde

gerçekleri arıyordu oysa
labirentinde kayboldu insan ruhunun
bedenini yitirdi orda
eriyip bitti, kurbanı oldu yokluğun

telefonlar sessizleşti hıçkırıkların duyulmasıyla
konuşamadı insanlar duyarsızlığın vücut bulmasıyla
çırpınışlar olsada son defa
boğuldu insan kendi yanlızlığında

Görümcek

Bakınıyor muyuz?
Ben bakmadım gözlerim baktı...
Pek izin istemezler,
başına buyruklardır
çocukluklarından gelen birşey olsa gerek,
Hatırlıyorum çünkü,
komşu kızını ansızın öpen de onlardı...
Ben bakmadım sadece gözlerim.

Kulaklarım da bakmış olabilir tabi,
Onlar biraz daha çekingen..
sindirilmiş biraz,
bu da küçüklükten miras.
kapanırdı hep içine çünkü,
dünya güzel dünya,
-ki sürekli ölüm-
çok sesle doluydu.
Ama sanmam, onlar bakmaz.
Çekingenler biraz.

dudaklarım olabilir yakalanan gözünüze,
romantik olurlar bazı bazı,
bir mum yakar
başına otururlar,
bazen bir yudum şarap tadar,
bazen de bir melodiyle
Güp güp atar,
onların çocukluk hikayesi anlatılmaz.
Mütevazi çünkü,
en güzel öpüşleri her zaman koklatmaz.
kırık kokulu, biraz da ela.
Ama onlar da olamaz.

Sadece gözlerim baktı,
Siz de kusura bakmayın
Olsun (da) bitsin.
Ya da bitmesin.

Çünkü

Bir durak bile yok durduğum yerde,
Zifiri karanlık sadece,
ne ses var ne seda,
sen de yoksun,
böyle hiç olmadı.
yakıştıramadım kendi çapımda sana
yakıştırmayı pek beceremem gerçi
çap desen var ama yok ama hiç olmadı böyle,
şimdi kim var ki burda?
kimse yok,
ben de burda mıymışım?
değil gibi sanki..

böyle olmadı hiç,
neler hissettim bilemedim,
anlatamadım belki
anlayamadım belki ya da değil
sen yoksun diye hep böyle bu
anlatmak anlamak hep başka bir yerde
ışıl ışıl parıldıyor gerçi
ama bir kol mesafesinden hallice
kendini tekrar eden saatin bir başka hali
böyle olmadı hiç.
olsun flaşlar patladı, içerden ses de geldi,
volkanlar patladı yağmur da yağacakmış
hiç olmadı hiç..

bir adım attım ileriye doğru
fazlaca büyük bir adımdan hallice
flaşlar patlarken coştum belki
ya da aklıma o rüzgarda uçuşan saçların geldi
ya da ben dokununca ruhuma kadar ulaşan saçların
ya da saatlerce sevişince ahengiyle karışan saçların geldi
ya da diye sayarken hala gittiğim yeri göremiyorum gerçi
hiç olmadı bu hiç..
kör oldum göremedim.
oldu mu sence?
böyle olmadı hiç.

sesler de gelmeye başladı yavaştan,
direkler geçiyor teker teker,
sahi niye öyle duruyorlar oldukları yerde öyle?
ben olsam diye başlardım
ama öyle olmaz hiç.
hala karanlık..
ışıkları açsak daha fena.
haydi karanlıkta besle beni,
direkler geçmeye devam etsin.
üstüme dökülsün bırak olsun.
olacaksa böyle olsun dolsun taşsın.
yine de bu şekilde olmaz dersen,
ben saçların derim yine.
delirtir bilirim.
başka şeyler de var da anlatamam.
bunlar olmadı hiç.

haydi oltayı atma zamanı,
vurur belki, zamanı yakalarız..
flaşlar patlar,
fotoğrafını çeker sonra kayıktaki kovaya atarız
oltayı da ona veriririz.
sonra suya atarsın beni.
yüzme biliyorum desem
de inanma derim sana.
saçlarına tutunurum.
zaten kayıp gider elimden alışılageldik.
nedense olmuyor hiç.

yine de sen ben ben sen gibi gibi
karanlık da olsa,
direkler yerinde de olsa,
saçlarında uçuşsa rüzgarda,
anlamasam da anlatasam da,
flaşlar patlasa da,
sesler sussa da,
adımlarım karışsa da birbirine,
tekne alabora da olsa,
sen ben ben sen.
hah oldu işte.

C(i)nnet

Kanatlarım yok benim sadece hale,
Çünkü benim cennetim
Bir kuşuçusu kadar uzak değil...
Bir öpücük kadar yakın..
ya da bir dokunuş.

Kara bulutlar var benim cennetimde,
ama aydınlık her yer,
Işığa gerek yok.
Ateşin var beni aydınlatan..
Arada da yakan..
Benim cennetimde.

Sınırsız hiçbirşey yok benim cennetimde.
Herşey sınırlı herşey sonlu.
sen varsın birtek, sınırı hududu sonu başı olmayan...
Bir de ben. Bir de ben.
Benim cennetimde,
Yanar kül olur giderim.
Hale kalır geriye..
Masumiyet ve saadet.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

valtz ve bir mektup

Hafiflik…

Bir kuş gibi hafifim.

Hissedebiliyorum havanın içinde süzülürken
O inanılmaz derecede güven hissi veren hafifliği…

Uçuyorum…

Güven hissi nereden geliyor acaba?
Sanırım her an kollanması gereken bir kütlenin varlığının unutulması bunun nedeni..
Evet, uçuyorum.

Keman sesleri kulağımda çınlıyor; beni sevk ediyor aynı saçma duygulara.
Karmaşıklık içinde dolanıp duruyorum.
Göremiyorum hiçbir şeyi, fakat hissediyorum.

Keman seslerini duyuyorum hâlâ…
Son dansıma sevk ediyor beni.
Kollarım boş fakat zaten görmüyorum.
Hissettiğim şey güven.
Hımm hımm hımm…
İki adım at bir de geri.
Haykırmak isterken çıkmıyor sesim,
Ellerim ağzımda,
O adımlar götürüyor beni sonuma…
Uçuyorum…

Bir de flüt sesi var şimdi,
İçimdeki bir şeyleri alıp götürmek isteyen ağzımdan dışarı.
Değişimlere teşvik ediyor beni ve ben,
Ben hala susuyorum…
Canavar devleşip şakaklarıma yükleniyor.
Baş ağrısı…
Uçuyorum…

Değişim…
Kanımda keman melodileri…
Yazılar da yetmiyor.
Yüksekten korksam da uçuyorum.
Uçabilirim…
Uçacağım…