31 Ağustos 2010 Salı

Tanrılar Kurbanını Arıyor!



Manşetlerini düzeltti. Manşetler ceketten bir parmak kadar dışarda olmalıydı. Bu kişiyi zengin gösterirdi. Aynada kravatına son bir ayar çekti. Gerçekten güzel gözüküyordu. Bugün daha da güzel gözükmek zorundaydı, çünkü hepsinden farklı bir gün olacaktı. Yüzü parlaktı, nemlendirici sürmeyi aksatmazdı. Saçlarına 3 ayrı çeşit bakım uygulardı, canlı ve parlak gözüküyordu, aynı şampuan reklamlarında olduğu gibi. İtalyan kesim güzel siyah bir ceketi vardı üzerinde, beyaz gömleği ile bir uyum içerisindeydi.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca...

Beşiktaştaki evinden çıktı, bir taksiye eliyle işaret etti. Arka kapısını açtı ve yavaşça içeri girdi. Taksiciye sakin bir ses ile Kadıköy dedikten sonra kulaklığını kulağına taktı. Vivaldinin 4 mevsimi yavaş yavaş çalmaya başladı.

Akşam üzeri köprü trafiği olağandı. Adım adım gidiyorlardı. Taksicinin homurdanarak bir sigara yaktığını gördü. Normalde karşı çıkardı, bu sefer çıkmadı. Yasaklar çiğnemek için vardır. Yasakları çiğnedikçe anlam kazanırlar...

Kulaklığında Chopin'in 34. operası çalıyordu... Günün ışıkları deniz üzerinde dans ediyorlardı, dalgalar görsel bir ziyafet yaşatıyordu bünyelere, en klişe söylemle.. Köprünün üzerinden İstanbul'un tüm güzelliği görülebiliyordu. Harekete geçmesi gerektiğini anladı ve kulaklığını çıkartarak şöförden durmasını istedi. Şöför bunun yasak olduğunu söyledi, ama yasaklar çiğnemek için yaratılmıştı. Arabanın trafik nedeni ile yavaşladığı bir anda kapıyı açtı ve usulca araçtan indi.

Gözlerin onun üstünde olduğunu hissedebiliyordu. Siyah takım elbisesi ile günün o tatlı ışıklarında gerçekten güzel gözüküyor olmalıydı. İlk korkulukların üstünden, ondan beklenmeyecek bir çeviklikle atladı. Son korkulukların üstüne çıktı. Önce 1-2 saniye boyunca İstanbul'u izledi. Daha sonra vücudunu yola doğru döndü. Gözlerdeki şaşkınlık ve korkuyu görebiliyordu. Gözlerdeki siyah ve beyazın uyumunu görebiliyordu.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca...

Önce kulaklığını taktı, Norah Jones'dan "At Last" başlıyordu. Kollarını açtı, ona doğru yaklaşıp konuşanları duymuyordu. Kendini geriye doğru bıraktı, yüzünde bir gülümseme ile...

Süzüldü..

Süzüldü..

Süzüldü...

İstanbul'u izliyordu, kulağında "sonunda" sesleri ile...

İstanbul baş aşağı süzülürken de çok güzeldi...

Sonra bir şey oldu.. Yavaşlamaya başladı etrafındaki tüm yaşam. Yavaşladı.. Yavaşladı.. Ve durdu. Havada öylece izliyordu İstanbul'u. Martının yarım kalan çığlığını izledi, donup kalan dalgaları izledi, vapurun bacasına yapışıp kalan dumanı izledi, Beylerbeyi sahilinden denize atlayan çocuğu izledi.

İzledi..

İzledi..

Yaşamın hareketine dair herhangi bir iz yoktu. Neler olduğunu idrak edemiyordu. Hayatının sona ermesi gerekiyordu, fakat, saatlerdir, belki günlerdir, oradaydı. Kıpırdama yoktu hayatta, ya da ölümde. Azrail tatile çıkmıştı, Cebrail işini aksatıyordu, Dünya dönmüyordu.

Sonra bir şey oldu.. Karardı herşey. Hiçbir şey göremiyordu, hissedemiyordu. Ölüm böyle birşey sanırım dedi içinden.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumunun sonu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca, kazanamayacağımız bir savaştı...

Siyahın saltanatına ve beyazın büyük hezimetine hoş geldiniz.

Düşünmek için çok zamanı oldu. Neden ölmek istediğini düşündü biraz, aslında imrenilen bir hayata sahipti. İyi bir iş, kabarık bir cüzdan, güzellik, sağlık, mutluluk -herkeste olduğu gibi aslında hayali- ... Bir sorun vardı ama, onu içten içe yiyip bitiren: Anlamsızlık.

Hayatı idrak edememişti.

Bir ara iş demişti kendi kendine, hedefler hayaller diye sürüp gitmişti bu serüven. Yapabileceğinin en iyisini yapmıştı. Bu defter kapanmıştı.

Bir ara hayatımın insanı demişti, kaptırmıştı kendini bir kadına. Onun için herşeyi yapmıştı, tüm benliğini ortaya koymuştu. Yıllar sonra bu kadın saçma nedenlerle bir anda çekip gitmişti. Ah, kadınları anlamak dünyanın en zor işi diyebilirdi. Bu defter de kapanmıştı.

Bir ara idealler, felsefeler demişti kendi kendine. Okumuş araştırmıştı yıllarca. Bir türlü oturtamamıştı kafasında tüm kuramları. En sonunda Eflatun'un dediği gibi, bizim, sadece mağaranın girişine sırtımız dönük oturmaya mahkum olan ve sadece gerçekte olanların gölgelerini izleyenler olduğumuzun fikrini benimsedi. Gerçekleri görmek için ölmek gerektiğine kanaat kıldı.Bu hayat defteri de böylece kapanmış oldu.

Sonra bir şey oldu.. Işıklar görmeye başladı, hareket ediyorlardı. Benliğinde sesler duymaya başladı.. Ardından bu sesler anlaşılır bir forma döndü. Dinlemeye başladı...

"Merhaba,

Korkmuş, şaşırmış, meraklanmış olduğunu biliyoruz. Yaşam döngünü bitirdiğini sanıyorsun fakat yaşam döngün bitmedi, hayata devam ediyorsun...

Bir deneyin ortasındaydık, kozmik ipçikler ve bir kara deliğin yardımı ile oluşturduğumuz muazzam çekim gücü ile uzay-zaman düzlemini bükmeyi başardık ve arada bir kurt yeniği oluşturarak zamanda yolculuğu gerçekleştirdik. Deneyi yaptığımız anda daha önce ön görmediğimiz bir enerjisel tepki ile karşılaştık. Bedeninde taşıdığın enerji, sizin tabirinizle ruh, aynı anda başka bir boyuta geçmeye çalışıyordu, ve bu iki zıt muazzam enerjinin çakışması evren üzerinde büyük bir yüklenmeye sebep oldu ve evren durdu.

Bu durumu çözmek için yıllarca çalıştık, ve nihayetinde çözümün, yaşadığın son günü sonsuz bir döngü içinde yaşaman olduğunu tespit ettik. Böylece kaybolan enerjiyi dengeleyebileceğiz. Şimdi seni yaşadığın son güne taşıyacağız. Hiçbir şey hatırlamayacaksın. Bu durumda senin adına üzgün olduğumuzu belirtmek isteriz. Evrenin devamlılığı için bu gerekiyor."


Şaşkınlığı son derece kısa sürebildi. Tüm evrenin kurbanı o olmuştu. Belki de hayatının anlamı buydu. İlginç bir şekilde mutlu olduğunu hissetti. Ve bilincini yitirdi...

*****

Manşetlerini düzeltti. Manşetler ceketten bir parmak kadar dışarda olmalıydı. Bu kişiyi zengin gösterirdi. Aynada kravatına son bir ayar çekti. Gerçekten güzel gözüküyordu. Bugün daha da güzel gözükmek zorundaydı, çünkü hepsinden farklı bir gün olacaktı. Yüzü parlaktı, nemlendirici sürmeyi aksatmazdı. Saçlarına 3 ayrı çeşit bakım uygulardı, canlı ve parlak gözüküyordu, aynı şampuan reklamlarında olduğu gibi. İtalyan kesim güzel siyah bir ceketi vardı üzerinde, beyaz gömleği ile bir uyum içerisindeydi.

Siyah ve beyazın yüzyıllar boyu süre gelen eşsiz uyumu.

Bu uyumu sağlamak için savaştık yıllarca...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

sek rakı ile tek buz

gel kardeşim,
Otur şöyle konuşalım biraz.
dertliyiz belli ki,
rakıyı uzat, buzumuzu da koyalım.
tek buz ha, rakıyı şımartmamak lazım.
sek rakıyla tek buzun aşkını izle.
nasıl da sevişiyorlar birbirleriyle,
yavaş yavaş,
tadını çıkarta çıkarta,
birisi yok olacak yakında.
rakı kalacak yalnız başına.
Acele etmeye gerek yok,
Vakit çok...

Bak kardeşim,
sen hiç oturdun mu şöyle,
yalnız başına,
öne eğdin mi başını hiç?
hayatı harcamadık mı birlikte?
bozdur bozdur harca misali,
fazla ciddiye alıp lafı,
tüm anlarımızı bozdurmadık mı?
ha, bir de zamanlar
kafa farkına uğramadı mı?
değerini kaybettiler bozdururken.
harcadığımızı da bilemedik zaten.
öne eğ başını bir düşün,

kendine bak kardeşim.
resimlerine bak zaman zaman,
hissettin mi o resimlerdeki sen,
sen değilsin artık.
yabancılaşmak diyorlar buna hani,
bence kaybetmek o ruhunu,
ölmek o bir anlamda,
rakına bak,
beklettiğinde nasıl beti benzi attı,
içmeni bekliyor ki yalnızlıktan kurtulsun,
değişmiş,
içi geçmiş belli ki...
işte böyle birşey bu,
sen sen değilsin,
rakı rakı değil.

rakıyı tazele kardeşim,
mezelerden de al biraz ağzın tatlansın,
tuzu eksikse yüzündekilerden damlat biraz,
tat kazansın, senden benden biri olsun o
değerini bilelim kardeşim,
sen seni kaybederken,
ben bileyim hala aynısın,
haydarinin içinde.

bak kardeşim,
sana son bir tavsiye,
eğ başını öne,
bak bir resmine,
bir sigara yak,
bir soluk çek ondan,
cılız ciğerinle,
yapabildiğince.
O zaman göreceksin,
ağlamak daha zor,
gözünü kapatmadan.
derin derin bak resmine.
kendinden birşey bulursan da beni ara,
rakına buz bulurum ben yine,
kafanı hiç yorma.

Acelen ne kardeşim,
ölüm kaçmıyor,
yanıbaşında.

Bu yazının başlığı yok

Bu yazının cümleleri de yok aslında.
Bu kadar büyük bir karmaşayı cümlelere dökmek imkansız gibi.
O yüzden kalemim ol isterdim,
Tükenmeyen, bitmeyen
Ellerimden kayıp gitmeyen..
Nasır olsun tuttuğum ellerim,
Orda olduğunu bilmek bile yeter.
Bittiğinde biraz hohlasam sana,
Arkandan üflesem.
Yeter bana.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Aşk

Aşk bir yarıştır.. Koşturup yorgun düşersin. Kendinden vazgeçmen gerekir, ve bunu yaparsın. Eksildiğinin farkına varmadan.

Aşk üstünlüğünü kanıtlama çabasıdır... Sevgili sevgilin üzerinde istem dışı bir baskı kurmak istersin. Sevgili sevgilin bu baskıyı karşılamaya çalışır, oyun sürer gider.

Aşk bir iktidar mücadelesidir...Ama iktidar da kaygan bir olgudur. Dizginleri eline alan, karşısındakini ezer ezer. Küçük zaferlerle başlar, zamanla bu zaferleri büyütür iktidar sahibi. Tüm olanakları kullanır tüketmek için. Tükettiği zaman da komple yok etmek için. Bu büyük bir hazdır. İçgüdüseldir çünkü. Karşındaki kişiye güçlü olduğunu kanıtlamak...

Aşk ise farazi bir olgudur. Uydurmadır. Biz yarattık aşkı. İçgüdüler her zaman baskın gelir. Aşk söner gider.

Aşk fizyolojiktir, hormonlar çalışır, endorfin patlaması yaşanır. İyi hissedersin, bağımlısı olursun o endorfinin. Zamanla bu salgıya vücut duyarsızlaşır, algı tembelleşmesi denir buna. Ve o zaman hep daha fazlasını istersin. Ama hiçbir zaman aynı tadı vermez. Böylece başka yöntemler denersin, herşeyi yıkmak ve yeniden aşık olmak gibi..

Altın vuruş yaptığında ruhundan birşeyler eksilir, kopar gider, yok olur. O zaman da bozulma başlar. İnsanlığı yitirmek için birebirdir aşk.

Aşk, izmaritteki son nefes gibidir. Çekmeye çalışırsın. Fazla çekersen dudakların yanar, az çekersen tadını alamazsın.

13 Ağustos 2010 Cuma

Yine-yeni-yeniden em(p)rati

Sana kalma demeyeceğim,
Ama kalma, git lavinya...
Çok değişti herşey sen yokken burada
Kuşlar homurdanır, köpekler mırıldanır oldu.
İyi de oldu hani,
Kaybolabilir oldum, kendi kabımda...
Gerçi o kabın da her tarafı
yamalı, yamalı...
-Sorun değil, iş görsün yeter.
İşgören yerleri de körelmiş.
Sen gittin diye olmadı bütün bunlar gerçi,
Kasnakta, oya işleyen anamdı,
İğneyi batırdı,
Ağladı gergi...
Sen de kal, bir parçamı da sen parala derdim,
Ama yapamam, yapmam, olmaz...

Sana kalma demeyeceğim,
Ama kalma, git lavinya.
Borçlar boğaza kadar vardı
Hatta çayını içti emirganda,
Yolunu aldı...
Gerçi selam etmeyi unutmamışlar bana,
Teker teker sormuşlar,
"Nerede vaatlerin", diye...
Sakladım onları,
Neresinden tutsam elimde kaldı...
-Sorun değil, iş görsün yeter.
Ha, seni de sordular tabi,
Cevap için afilli bir mektup yazdım
Kenarları yanık, hafif is kokulu...
Labil bir metal parçasına vurdum,
Attım içine kutunun.
Ama, haberin yoktur senin...
Olmaz da zaten, tek günde gider,
tek solukta okunur, tek celsede boşalır...
Boşanır gider, bekleme o yüzden, söylemeyeceğim...
Kalma demeyeceğim sana,
O yüzden, kalma, ne olur git lavinya.

alt-üst

Altmetinlerde saklanırdım hep,
İki üç harfin altında,
O kelime senin, bu kelime benim -vermem-,
Aktarılıp durdu anlamım...
Artık anlamı yok altmetinlerde saklanmanın,
Hatta metin olmanın..

Koşturup durdum o kapı senin,
Bu kapı benim-vermem-...
Ben yoldayken izlerdi,
Meraklı gözler anahtar deliklerinden,
Anlamazdım...
Artık anlamı yok kapı eşiklerinde oturmanın,
Hatta kapıların kollarını kırmanın...

Benlik, bilinç hep birbirine girdi,
Beş en bir ka...
Bir kalabalık koşuşturdu kelime oyunlarında,
Anahtar deliklerinin hepsine anahtar soktular.
Kapılar kilitli, insanlar yok, çok...
Anlamı yok, sadece bildiğimiz kadarı bu koca dünya,
Hatta onu da bilmiyorum, bildiğimi unuttum.
Yeniden başlat...

anal-etik geometri

paralel hayatlar var,
yaşıyoruz hep.
iki ucundundan tutup
-kesiştiremiyoruz.
Uzaktan bakarak selam ediyoruz bazen,
iki el hareketi...
bir göz kırpma...
ve bir kıvılcım,
gözbebeğinin en karanlık yerinde...
Yakıyor bütün doğrularımızı,
Nokta nokta küllerimiz oluyor,
Tüm evrene yayılmış en ufak şeyler,
En azından paralel değiliz artık,
Son noktalarımız çok artık...
Ama hiçbiri 5 para etmez,
Doğru değil hiçbirşey...

6 Ağustos 2010 Cuma

Soğuk

Bugün bir mektup olup gelecektim sana,
Ama kalemimi sessize almışım.
Duyamadım yazdıklarımı,
Titreşimli modellerdendi halbuki...
Titredim ama kendime gelemedim.

İki vurdum düzeldi kalemim,
Sıra güzel bir sayfada,
-Evet kalbim kadar temiz bu sayfaya yazarken ben,
Kağıdı çok hırpalamışım.
İkinci el duygularla yazılmış,
hepsi birbirinden öykünme şeyler.
Devşirmece oynamışım kelimelerle...
Sildim sildim düzeltemedim.

Vazgeçmiştim eski düzen hikayelerden,
Güzel bir dijitalize haykırış olsun istedim,
Ama bilgisayarımın da tuşları bozulmuş...
Yazdım yazdım hep kendini sildi,
Ya da kafası bozulmuş çok da bilemedim...
Bir de kafası atmış vardı, o çok ayrı gerçi.

Bugün bir mektup olup gelecektim sana,
Dudağında bir yudum kahve olacaktım,
bir çekimlik sigara,
tek çekimlik bir poz...
Ama kendimi evde unutmuşum,
kafamı da denize attım taşa bağlayıp...
Kalemimin ucunu yedim.
kağıtla uçak yaptım, uçurdum penceremden.
Bilgisayarımı da kaybettim, sanırım yanımda ama..
Titredim ama hala kendime gelemedim.
soğuk...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Karanlık

Karanlık

Gözünü açtığında uzaklardan bir ışık huzmesi vardı sadece, kendini aydınlatan. Karanlığın soğukluğunda bir sıcak maşa misali acıtıyordu gözlerini. Fakat ondan daha fazla acı veren yaralar vardı vücudunda. Doğrulmak istediğinde sımsıkı şekilde bağlandığını anladı. Zaten tükenmeye yakın olan tâkatını bunda harcamak istemedi. Bir acı saplandı göğsüne. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı.

* * * * * *

Her zamanki sıradan günlerden biriydi Güney için. Yataktan homurdanarak kalktı. Banyoya yöneldi. Yüzünü yıkayıp, dişlerini fırçaladı. Gözlüğünü ve sahte mutluluğunu yüzüne yerleştirdi. Bitmeyen, inatla zamanını yok eden okul yoluna koyuldu. Alışılabilecek bir yol değildi. Küçük hayatında küçük bir ayrıntıydı belki… Fakat, o hayattan nefret etmesi için çok güzel bir nedendi.

Okulda da adaptasyon sorunları vardı. E tabi kolay değildi o kadar yol üstüne bir de dersleri anlaması. Elinden geleni yapmıştı, yapıyordu fakat yine de birkaç dersten kalmayı engelleyemedi. O hayattan nefret emesi için bir güzel neden daha!

Taktığı mutluluk maskesi ona büyük bir sosyal çevre kazandırmıştı. Büyük arkadaş grupları, sağlam(!) dostluklar… Zamanını çok güzel geçiriyordu. Fakat akşam eve gidip mutluluk maskesini kutusuna koyduğunda bütün o neşe, mutluluk yok oluyordu. Hiç yaşanmamış gibi… Oluşan boşluktan hüzün denizine düşüyor, oradan oraya sürükleniyor, her yorulduğunda hayata lanet ediyordu her gece.

Sevgilileri vardı, her zaman olmuştu. Ruhundan fışkıranı kapamak için bir sürü tampon… Rutubet kokulu motel odalarında anı unutmak amacıyla yapılan duygu yoksunu birleşmeler… Duşta fantezi, havada beş takla attıran pozisyonlar… Egoların tavan yapıp, ‘id’lerin sinsice arkadan yönettiği anlar… Bu anlar vardı, her zaman olmuştu. Düş gibiydiler, sonlandılar. Ve Güney her sonda kendi yalnızlığını farkeder farketmez yaşadığı hayata bir küfür yollamayı destur edinmişti.

Oturduğu semte, sıkıcı ve uzun bir yolculuğun ardından ulaştı. Uflaya puflaya yürümeye başladı kartalın dar sokaklarında. Eve girmek vardı aklında sadece. Kulağında müziği, her zamanki adımlarını attı. İşler her zamanki gibi gitmedi…

Acı……
Karanlık……

* * * * * *


Gözünü açtığında bir ışık huzmesi vardı sadece. Kendini bile aydınlatamayan bir huzme. Gözlerini acıttı. Ondan daha büyük sızıları vardı hali hazırda. Kalkmak istedi, kalkamadı. Bağırmak istedi, kurtulmak için haykırmak istedi, sesi çıkmadı. Kapkara siluet ışık huzmesini yok etti…

-Adın ne?
-…
-Adın ne!?
-G…Gü…Güney.
-Merhaba Güney, ben Hakan. Memnun oldum.
-…
-Dur konuşma. Eh, güzel bir tanışma olmadı biliyorum. Ben bir anketörüm. Ailen seni ne kadar seviyor, onu araştıracağı.(kesik bir kahkaha) Kaçırma olayları 2. sınıf filmlerin konusu değilmiş, değil mi? Neyse, sen biraz daha uyu bakalım.

Kafasına ne olduğunu göremediği bir şeyle vurdu Hakan. Güneyin son hissettiği, yüzünden akan kanın sıcaklığıydı…

Karanlık…
Karanlık……
Karanlık………

* * * * * *

Düşünde herhangi sıradan bir günde yaptığı işleri 3. kişi gözüyle izliyordu. Ne kadar boş bir şekilde ayna karşısında bir anda sırıtmaya başlayışını, yollarda uflayıp puflayışını, ders saatlerinde kafasının nerelerde dolandığını, boş bir ilişki çemberinde dönüp dolanıp, ona değer verenleri nasıl çemberin dışında bıraktığını, sadece anlık zevk olarak gördüğü insanların onu nasıl bir tutkuyla, içtenlikle sevdiğini… Gördükçe ruhu acı çekmeye başladı. Sanki fiziksel olarak aldığı hasar ruhundaki çatlaklardan sızıyordu.

Gözünü açtığında hiçbirşey göremiyordu. Düşündeki gibi bir pus vardı. Ağlamak istedi, uzun süredir gerçekten istememişti bu kadar. Vücudu yüz çevirdi Güney’e.Gördüğü düşü düşünmek istedi… Yinelemeyi reddetti zihni. O an idrak etti gerçeği: fiziksel hasar değildi ruhunun çatlaklarından sızan; ruhu vücudunun çatlaklarından dışarı fışkırıp gözünün önüne sermişti hayatını. O hayatı ki elinin tersiyle itip, her gün itinayla küfür ettiği… “keşke” dedi içinden.

Karanlık……………

Yarım yamalak Hakan’ın “Seni pek seven yokmuş” dediğini duydu. Gülmeye tâkatı yoktu. Ama güldü sınırını zorlayıp, “sen öyle sa…”. Duvarlardan yankılanan kurşun sesi Güney’in sözünü tamamlamasına izin vermedi.

Karanlık…

İstanbulu dinlediniz mi hiç?

bir orospunun çığlığını duyun arada..
küçük bir çocuğun tecavüze uğrarken sessizce döktüğü bir damla göz yaşının, yere düştüğünde çıkarttığı sesi...
ya dakendi kusmuğunda boğulanların son nefesinin oluşturduğu baloncuğun sesini...

çorba parası kıvamında ceplere inen paraların şıngırtısını...
kıyıya vuran balıkların son çırpınışlarını...
açlıktan midesi guruldayanların midesine inen bir lokmanın, mide duvarındaki yankısını...
köşe başına oturmuş ağlayan genç kıza laf atanların ağzında biriken tükürüğün,
o dişlerin arasından geçerken çıkardığı parlak sesi...
Duyun.

Dünya daha anlamlı olacak.
göreceksiniz.

Duvar

Merhaba sana koca duvar
Sarılsam sana doya doya,
Ucun bucağın yok tutamıyorum.
Kulakların da yok hem zaten,
beni duymuyorsun...
Ne desem çarpıp dönüyor,
Bağırsam ancak boğazıma,
balgam oluyorsun.

Dilin yok ki konuşasın,
Ben bekliyorum gerçi yine.
Bıkmadan, bıkamadan...
Dudağın da yok zaten.
Soğuksun öpünce...
Belki de bulamıyorumdur dudağını tabi,
Ama bildiğim şey,
Dudaklarımın nasır tuttuğudur.

Gözlerin de yoklar, baktım.
Baktım, ama bulamadım.
Saatlerce diktim gözlerimi sana,
Sayın Sevgili Duvar,
ne kendimi gördüm, ne seni
Bazen bir manzara gibi,
Bazen de hararetli bir porno filmi.
Ne olduysa da,
Vazgeçemedim izlemekten...

Ha, bir de sayın duvar,
Duyguların düşüncelerin var, biliyorum.
Gördüm çünkü,
Tattım onları,
Kokladım ardından,
Dinledim kulağımı dayayıp bir bardağın dibine,
Dokundum parmaklarımla...
Ama, sakladın sen hep
Cevizden sandığında,
onu bunu.
Ben sadece işlemelerine hayran,
O gördüğüm, dilime dayadığım,
O kokladığım, kulağımı dayadığım,
Üstüne parmaklarımla mühür basmaya
-Yeltendiğim en azından-
Sandığına, sandığıma...
Acaba içinde ne vardı?

Son birşey,
Sevgili Sayın Duvar...
Bilirsin maymundan geldiğimden beri,
Ya da topraktan, her ne ise...
Saklandım da saklandım.
Arkana.
Yine arkandayım.
Ama öyle, böyle, şöyle...
Tırnaklarım sırtında.

Bunaltı

Mide bulantısı...
Belkide önemsiz fazladan ateş...
Ya da bir balgam boğazıma takılan...
Bu sen olamazsın.

Karnıma giren ağrı...
Yanağımdaki bir kasıntı...
Fazla gülmekten olsa gerek,
Bu sen olamazsın.

İnsanlığa bir tepki...
Sisteme giden bir küfür...
Hayatın rengine sitem...
Bu sen olamazsın.

Ruhumu tutsak eden zincir...
Aklımı gölgeleyen haplar...
Gönlüme saplanan hançer...
Bu sen olamazsın.

Hepsir bir yansıma, bir hayal
Kocaman acı bir o kadar gerçek
Nedendir ki hayal uzak bu gün gerçek
Zaten hiç yoktun, olamazsın.

1 Ağustos 2010 Pazar

Ben-sen-o ve Biz

Hiç kimse senden değerli değil…

Yaşadığın dünyanın merkezi sensin.

Herşeyi kırıp döküp, sonra yeniden inşaa etmeye hazır tüm benliğimiz. Açıkçası bunu arzuluyoruz. Bunu istiyoruz. Yeniliğe muhtacız. Değişime açız. Güzel ya da çirkin farketmez, yıkmayı istiyoruz.

Sahip olduklarımızla böbürlenmek alışkanlığımız. Onları kullanarak, hayatta bir yer edinme, ya da şöyle diyelim, başrolü elde etmeye ihtiyacımız var. Herşeyi sömürüp, hiçbir şey kalmayana dek tüketmeye muhtacız.

Yaşadığın dünyanın merkezi sensin.

Hiç kimse senden değerli değil..

Kendi sahnemizi oluşturmak için, onu güzel kılabilmek için sanal değerlere muhtacız. Kültürler, ahlak kuralları, yazılı ve yazısız bütün ortak sözleşmeler…

Hayatlarımızı ne kadar bireysel hale getirirsek o kadar iyi diyoruz kendi kendimize. Yeni “trend” bu. Sükse yapan, değerli olan.

Ve hala yakıp yıkmaya mecburuz, onu arzuluyoruz. Herşeyi yıkıp, yeni baştan yaratma arzusu. Tanrıya yakınlaşabildiğimiz nadir anlar…

Bireyselleştikçe kendimizi de yakmaya başlıyoruz bu noktada. Kendimize eziyet etmeye başlıyoruz.

Yaşadığımız dünyanın merkezi sensin.

Dünyayı yıkıp baştan yaratmak tutkun…

Şehr-i Harfiya


Bir şehri terk etmek ne kadar zor
Hele içinde sen varsan...
Bakmam ardıma demek kolay
Yavaş yavaş giderken önümü görmek
İşte o, o kadar kolay olmayan...
Gözlerim geri adım atar, atar
Bir ses duyulur,
Işıklar söner
Ve motor...

Bir şehri terk etmek ne kadar zor
Hele her miliminde senin adımların varsa...
Gitmek her zaman kolay
Tekerlekler meçhule doğru gider.
Kokun hala üzerimdeyken,
Her nefes ızdırabım olur
Yanağımda bıraktığın izin de cabası.
Her aynaya bakışım doldurur gözlerimi...
Bir ses duyulur,
ışıklar hala açık
Ve akar gider tren rayların üzerinde...

Damarlarımda akan kan değil, biliyorum,
Biliyorum, şehrin tozu, dumanı, egzosu insanı...
Balığı, martısı, ışığı, gürültüsü...
Hepsi sen olmuş akıyor,
Özlemin olmuşum ben...
Bu şehri terkederken...